Pazar, Ocak 07, 2007

Cumartesi, Ocak 06, 2007

huzur

beyaz bir ev ve mavi bir panjur göresim var
ya da renk renk açmış çiçekler
ya da pembe elbiseli küçük bir kız çocuğu

eve gidesim var
içinde kedi olsun istiyorum
adı da "kedi" olsun hatta

simit-çay birlikteliğini destekleyesim var
vapura binesim
martılarla şarkılar söyleyesim var
çığlık çığlığa

yağmur yağsa
gezinsem dışarıda
ıslanasım var...

bir trene binesim var
nereye inan hiç fark etmez...

kitap mitap da almam yanıma
müzik...
hmm yok...
ama belki sen gelebilirsin
sessiz olursan...
pencere başında geçtiğimiz ağaçları saysak
dalarken huzurlu uykulara

sonra uyansam kendi rüyamdan
senin dünyana...
hiç ürkmeden...

Çarşamba, Ocak 03, 2007

alışmamak üzerine

Kendine kızdı yine...elleri neden bu kadar soğuktu? Oysa ki hava ne kadar sıcaktı, bir yaz günü oturmuş izlemekteydi işte geçen vapurları...Ne kadar güzeldi boğaz...daha güzel bir şehir var mıdır diye düşündü...cevap veremedi...neden soğuktu hala elleri, oysa ki avuç içleri terlemişti...sebebini biliyordu aslında, kimi kandırıyordu?! Çıplaklığından utanıyordu çünkü...çok rahatsız ediciydi bu his...çıplaklığı, gözle görülebilen; giysinin olmaması durumu olsaydı belki daha az utanabilirdi, ama iyi bilirdi bu ruh çıplaklığını...O ne zaman gelse, en küçük hüzün parçasını bile saklayamaz, kanındaki en gizli müziği bile hemen fark ettirirdi, dinlemeyi, duymayı bilirdi çünkü onun ruhu...
Etrafına bakınmaya çalıştı, dikkati dağılırdı belki...Bu cafeyi seviyordu Selen...kokusu çok güzeldi, gözlerini kapatıp bu ev kokusunu içine çekerdi, sonra en ücra köşelerini yeniden kontrol ederdi, hala bu kadar güzel ve saklı kalmış mı diye...Göz önünde olanları sevmezdi...Ne derdi o? “Ayrıntılar Selen! Ayrıntılar...” gülümsedi...ama hiçbir zaman alıştırmadılar kendilerini buraya...alışmak en kötü eylem! Alışırsa insan birşeye, onun güzelliklerini her gün nasıl görürdü...Bir defasında Beyoğlu’nda gezinirlerken durdurmuştu Eren onu...Neden insanlara bakıyordu, o sevimsiz çılgın kalabalıkta ne vardı? Binaların güzelliğini unutmuş muydu, o insan selinin üzerinde bir görkem vardı unutulmuş “alışılmış” olan...bir binayı gösterdi ona, kimbilir kaç defa geçmişti önünden Selen, hiç fark etmemişti aslan başı figürünü...kızdı Eren: “umarım hayata da bir gün alışmazsın!”
Bu hatıraları anımsarken içeri girdi Eren, elinde yine bir defter, belli ki kafası yine karışık, saçları gibi...Oturduğu gibi bir kahve istedi, çok severdi orta kahveyi...
-söyle Selen! İyelik eklerine düşmanlığın bitti mi yoksa devam mı?
-iyelik ekleri kötüdür Eren, her şeyi kaybettirir insana...
Yine başlamışlardı işte...Eren öncesinde düşünmüş olduğu konu üzerine içinde tartışır,sanki zihnindekilerden haberdarmış gibi Selen’e pat diye sorardı düşündüklerini...Selen hazırlıklıydı ama çoğunlukla, bu sefer de söz vermişti kendisine...
-iyelik ekleri bir aidiyettir bir sahip olma duygusudur...Bunu ben de yapamıyorum, hiç yapamadım...Hayatım da o yüzden gördüğün gibi; herkesin hayatı gibi değil...
-ne bakımdan Eren?
-hiçbir şeyim yok, her gün öleceğimi bilme düşüncesiyle yaşıyorum...Çocukluğumdan beri biliyorum bunu, ona göre her an gidecekmiş gibi yaşıyorum...Sahip olma düşüncesi beni öldürür, bir şeye veya bir insana...aynı şey...
-ikincisi tabi daha karmaşık, duygular devreye giriyor...değil mi?
-o kesin...bu aidiyet bende hiç olmadı, bir yere veya bir kişiye...Millet bilinci derler ya da din...onlar da öyle...özgürleştirmez insanı, buna ek olarak insanı özgürleştiren şey çoğu kez koparır onu toplumdan...yalnızlığa iter...uzak kalır...Belki bu yüzden daha bireysel olan Protestan mezhebi intihar etmeye daha meyilli insanlara sahiptir, Katolik mezhebinde daha birlik beraberlik vardır...Durkheim’ın kitabı var “İntihar”, bunları anlatır, toplumda hangi kesim daha meyilli intihara...zaten belli değil mi, intihar eden insan kendi ölümünü seçme “özgürlüğüne” sahip...
-evet doğru!!
-ama tabi intihar bir Pazar sabahı konuşulacak ilk şey olmalı mı bilmiyorum, dedi Eren gülerek...
-hayır hayır!!devam et! Sen konuştukça ben kendi basit hayatımdan daha farklı hayatlar da var düşüncesine kapılıp seviniyorum! Aidiyet konusuna gelince haklısın, ben onun şiddetini hem milli kimlikte çekiyorum hem de ilişkilerde...2007’ye giriyoruz, baktım şöyle bir geriye, bu sene aynı şeyi 3 defa yapmışım...3 defa terk ettim...Terk edişimin tek sebebi, erkeklerin sahip olma istekleriydi, hepsinden nefret ettim...Aynı “kürk mantolu madonna” kitabındaki karakter Maria Puder gibi hissediyorum kendimi...Bir şey isteyerek, bir koşul koyarak, kendi istediğini yaptırmak isteyerek “aşık” olan erkekler tanımış o da...Hepsinden nefret etmiş...Benden kimse hiçbir şey istemesin istiyorum!
Eren bir kahkaha attı:
-küçük!..daha öğreneceğin çok şey var...ama bunu bildiğin iyi olmuş...İnsanların aşk dediği şey yok aslında...Aşk bitti derler, yalandır...Aşk bitmez, yok çünkü!!!
-nasıl yok!...yok mu?
-tabi ki var ama o şekilde değil...yani aşk iki kişilik değildir...Aşk dediğin şey füzyona ihtiyaç duymaz, biri onu bilsin karşılık versin diye yaşanmaz...bu bireysel bir duygudur, sahip olma duygusu değildir...o duygu gelince biter her şey...aşk sadece senin benim etrafımdayken hissettiğim duygudur...
-anladım...dedi Selen, üzerinde düşünülmeliydi bu konu...ne zor şeydi düşünmek hayat ve hayal üzerine...ikisini de birbirinden ayırmak...gözleri daldı uzun süre, Eren’in sesiyle irkildi:
-Hüzünlendin yine neden? Aslında bu sorulmamalı sana, seni güzelleştiriyor çünkü...neden içinde tutuk hüzünlü bir parçan var bilmiyorum ama bu iyi bir şey...Bu şehir kadar güzel yapıyor bu hüzün seni...Ne demiş şair?: “Manzaranın güzelliği hüznünde yatar”...
-İstanbul da hazinliğinden dolayı çok güzel şehir o zaman...
-Evet bence öyle...

Selen yine farkındaydı çıplaklığının...
kaçıp gitmek istedi...ne olurdu korkuyu yenebilseydi...sadece güneşe bakıp gülümseyebilseydi...
sonra bir müzik başladı radyodan, çok güzel bir piyano sesi, ruhunu okşadı...
bu ana bile alışma dedi içinden, bitecek çünkü
en içten bir kahkaha attı...
güzeldi bugün...

Pazar, Aralık 17, 2006

süveyda*

kapattı kapıyı büyük bir korkuyla, girmemeliydi içeri "o"... pencereye vuran rüzgar ruhunu acıtıyordu, yağmur fısıldıyordu kulağına, "sakın açma, açarsan ölürsün"...biliyordu bunu, buna rağmen açtı, içindeki tüm kirlenmişliğe rağmen, tüm çelişkilere ve tüm hayat kırıklığına rağmen izin verdi...
ağlıyordu, sanki göğsünden bin yaşanmış hayat parça parça, omuzlarını sarsarak çıkıyordu...

öleceğini biliyordu, bilmesine rağmen artık süveydaya bıraktı kendini...ölse bile, en azından, birçok kişinin tatmadığı bir şeyi, en azından bir kere hissetmenin verdiği buruk mutluluğu bilerek ölecekti...
ve açtı kapıyı...

artık içinde süveyda dolaşıyordu
nefesinde
gözlerinde
her şeyinde...
süveyda vardı...

kanı kırmızı değildi artık,
kapkara akıyordu damarlarında
o acımasız sıvı...

kalbindeki bu gizli günahı nasıl atardı
insan nasıl durdurur
kanının akmasını?

ama bu öyle bir andı ki, artık durdurmak istemiyordu


bütün tükenmişliğine yüreğinin, bütün anlamsızlığına varlığının ve bütün çıplaklığına rağmen...

bıraktı kendini sevdaya...






*kalpte olduğu farz edilen küçük siyah nokta...İnsan aşık olunca, bu siyah nokta bütün vücudu ele geçirirmiş, kanın kara akarmış. Kara sevda dedikleri buymuş...

Salı, Aralık 12, 2006

.

derler ya hani,
içinden doğduğunda bir şey
o iyi veya kötü olmaz
gerçek olur...
bugün içimden bu geldi benim de


yaklaşırsak birbirimize
derinleşir uçurumlarımız
ellerinde rüzgar
saçlarımda sen

olamayız...

derinleştikçe, ağlar çünkü ruhlarımız
ne ben yadsırım içindeki çığlığı
ne de sen gözlerini alabilirsin
dudaklarımdaki hikayeden

kaçamayız...